Odile ya da Odette
Ümran ve Behiç, evleneli henüz birkaç yıl olmuştu. Ümran, su damlası gibi, bakanın tekrar dönüp de bakmak istediği güzellikte genç bir kadın, Behiç’de Ümran’ın güzelliğini, yanında asaletle taşıyan genç bir mühendisti. Behiç, bıyığın az eğitimli çevrelerde erkeklik sertifikası da olarak algılandığı ülkede, dönemin bıyığa kazandırdığı anlamları yüklemeden, modern stiliyle taşırdı bıyığını. Behiç, mühendislik projeleri sebebiyle sıklıkla seyahat ediyordu. Ümran ise, Türkiye’nin en yetenekli, en başarılı balerinlerinden biri olarak, evlilik ve kariyeri dengelemeye çalışan yoğun temposunu sürdürüyordu.
Yaşadıkları binanın kapıcısı olan Mehmet ile eşi Satı, binaya yeni taşınan bu çifti, her giriş çıkışlarında hayranlıkla izliyor, bir dediklerini iki etmiyorlardı. Satı, Ümran Abla’sına evde de yardım ediyor. Mehmet, Behiç Ağabeyinden aldığı bir isteği koşarak değil, neredeyse uçarak yerine getiriyordu. Çoğu akşamlar, Ümran’ın gösterileri sebebiyle, çift kolkola çıkıp gidiyordu. Mehmet ve Satı ise onların nereye gittiklerini bilmeden, bu akşam çıkışlarını onların romantik gezmeleri olarak yorumluyordu. Apartmanın ön bahçesinde, giriş kapısının önünde, çiçeklik olarak tasarlanmış kısa duvarların üzerinde, her akşam çaylarını içen, çekirdeklerini çitleyen Satı ile Mehmet, onlar çıkarken, hazırol duruşuna geçiyor ve kafalarını hafifçe öne eğiyorlardı. “Her akşam bize ikram etmeden çayları bitiyorsunuz” diye ara ara onlara takılan Behiç’in sözlerini Mehmet her defasında aynı dozda ciddiye alarak, “O nasıl söz ağabeyim!” diyor ve hemen Satı’dan iki bardak daha getirmesini istiyordu. Behiç’de, her seferinde “takılıyorum sana, ciddiye alma oğlum” diyerek sırtını sıvazlıyordu.
Günler haftalar böyle geçti. Mehmet ve Satı, utangaçlıklarıyla onların ne iş yaptığını hiç soramadı. Behiç’in mühendis olduğuna dair fısıltılar komşular arasında duyulmuştıu fakat, apartmanda pek kimseyi tanımadıklarından, konuşulanlar fiskosdan öteye gidemiyordu. Behiç, yeni taşındıkları evden ilk kez bir saha çalışması için seyahate gidecekti. Behiç’in olmadığı o hafta, Mehmet ve Satı’nın Ümran Abla’larının çağrılmadan kapısını çalıp, bir isteği bir arzusu olup olmadığını sormaları ile başladı. Ne de olsa Behiç Ağabey yokken, Ümran ablalarının onlara emanet olduğuna dair, verilmeyen bir sorumluluğu, sevgiyle çekip almıştı onlar. Haftanın ilerleyen günlerinde Mehmet ve Satı’nın aklı iyice karışmış, ablalarına nasıl davranacaklarına bir türlü karar veremez olmuşlardı. Behiç Ağabeyleri gider gitmez, Ümran daha aynı akşam kadın başına sokağa çıkmış, normal giyimle çıkıp, sonra gecenin bir saatinde, pür makyajla geri dönmüştü. Bu her akşam aynı şekilde devam etti. Ümran, garip bir minibüsle eve bırakılıyor, boya kutusuna batırmışlar misali makyajı ve bazen de koca mantosunun içinden ucu görünen süslü kıyafetleri ile, Mehmet ve Satı’nın gözüne, Behiç Ağabeylerine layık bir gelin gibi görünmüyordu Ümran. Behiç Ağabey’e yanlış mı yapıyordu yoksa Ümran ablaları? O koca adama, o bıyıkları resim gibi adama bu yapılırmıydı?
Mehmet önce Behiç Ağabeyi için kaygılanmakla birlikte, kendi Satı’sı da bu yanlışlıkları kopyalayacak olsa ne olurdu diye düşününce aklı dondu bir an. Mehmet, kısa yoldan önlemini aldı. Gündüzleri Satı’nın Ümran Abla’sına yardıma gitmesini yasakladı. Satı çağrılınca, hergün biraz hastayım, bugün şu işim var, yarın şu işim var diye bahaneler uydurdu. Ümran; Mehmet ve Satı’nın bakışlarında bir değişiklik hissetmiş olsa da, üzerinde çok fazla duramadı. O kadar yoğun çalışıyordu ki, uzun zamandır hazırladıkları, prova yaptıkları gösterinin pürüzsüz ilerlemesi için, bırak Satı ve Mehmet’in aklından neler geçiyor diye düşünmeyi; kendi aklından ne geçiyor diye düşünecek dakikaları bile yoktu. O muhteşem gösteriyi büyük özverilerle çok kısa zamanda hazırlayarak sahneye koymaları gerekmekteydi.
Sonra Behiç Ağabey’leri geldi. Mehmet, Behiç Ağabey’in çantasına yardım etmek için dairenin kapısına geldiğinde; Ümran ve Behiç’in kavuşmalarına, birbirleriyle sevgi ve hasretle kucaklaşmalarına bakıp, “Yazık bu adama” dedi içinden. Karısının gözlerinin içine bakan, ona böyle güzel davranan bu adama yazık, diye düşündü. Birkaç gün, Behiç Ağabey’inin yüzüne bakamadan konuştu onunla Mehmet. Öyle ya, gözlerine bakınca, Ümran’la ilgili sırrını saklamak daha zor gelecekti Mehmet’e. Behiç ne söylese, Mehmet, “Tamam ağabeyim, hemen” deyip fırsat bu fırsat yere bakarak kaçıyordu. Behiç pek anlam veremese de; pek de anlam yüklemeden, “Satı niye eve yardıma gelemedi?” “Mehmet dur bakalım iki laflayalım” diye konuşma açmaya çalışıyordu Mehmet’le.
Diğer yandan ise Mehmet’in içi içini yiyordu. Bu artık geçiştirerek olamazdı. Mehmet artık Behiç Ağabey’i ile konuşmaya karar verdi. Aslanlar gibi adama, karınız kötü yolda nasıl denirdi ki, konuşmak lazımdı lazım olmasına da, nasıl yapacaktı bunu? Bir sabah Behiç işe doğru yol almışken, Mehmet’de yere bakarak onunla yürümeye başladı. “Ağabeyim, ben seninle bir konuda konuşmak istirem” dedi Mehmet. Behiç, “Evet senin bir derdin var hissettim ben zaten, Satı’nın sağlığı sıhhati iyi mi?” diye cevapladı. “Satı iyi ağabeyim şükür. Ben seninle ablayla ilgili konuşmak istiyorum.” Diyen Mehmet’i “kim Ümran’mı?” diye şaşkınlıkla cevapladı Behiç.
Mehmet’se, bir çırpıda bütün içindekileri dökmeye başladı, biran önce kurtulmak ister gibi; “Evet ağabeyim, sen erkek adamsın, bunu söylemem gerekirdi ağabeyim, üstüme düşeni yapirem. Konuşmakla yanlış yaptıysam beni işimden attır, ben sana bunu söylemeden rahat uyuyamirem ağabeyim. Sen yokken abla her gece sokaktaydı, hiç evinde otırmadı. Birtek öyle değil, hemi de gittiği gibi gelmiyor, süslenip püslenip makyajlarla gecenin yarısı gelir oldu eve. Hemi de başka adamlar bırakıverdi onu. Minibüsle neyim getirdiler. Sen sağlam adamsın ağabeyim, abla senin namusundur. Ben bunu sağa demesem, bende vicdanıma hesabımı verebilmem ağabeyim. Şimdi cezam neyse onu ver ağabeyim, söylemesem, o daha büyük ceza olurdu bana, kaç gündür uyku uyumirem. Ağabeyim bağışla ağabeyim. Sen yokken apla biryerde bize emanetdi ağabeyim. Sana demeden çözüm olsa, senin tadını kaçırmayı istermiydim ağabeyim. Ben üstüme düşeni yaptım, bir cezam varsa sen bilirsin ağabeyim…” Behiç, müdahale etmese, bu heyecanla hiç susmayacağını bildiği Mehmet’i “Dur bir nefes al oğlum” diye susturdu. Bu sahneyi yaşarken içten içe gülen Behiç, düşünüyordu “Mehmet, nereden bilebilirdi ki, aşırı makyaj, sahne ışıkları yüzünden balenin bir parçasıydı, kadın kıyafeti denince, o annesi Halime Hanım’ın pazen fistanını, makyaj denince de elindeki kınayı bilirdi. Nereden bilebilirdi ki, Ümran’ı getiren minibüsün gece sanatçıları evlerine götüren Devlet Opera ve Balesine ait minibus olduğunu.”
Behiç aklından geçen tüm düşünceleri kendine sakladı ve Mehmet’e sadece “Anlaşıldı Mehmet, sağol oğlum” dedi, biraz düşünceliymiş numarası yaparak. Behiç akşam eve döndükten sonra, on dakika geçmeden geri çıktı, Mehmet’in kapısını çaldı. “Önümüzdeki Cuma akşamı Satı ve seni bir yere götüreceğim, bir yere söz vermeyin sakın, akşam saat yedide gideceğiz” dedi.
Cuma günü Behiç eve daha erken geldi. Elinde büyük alışveriş çantaları vardı. Saat altıda doğruca Mehmet ve Satı’nın kapısına ilerledi. Elindeki paketlerden çıkardığı bir takım elbiseyi Mehmet’e, elbiseyide Satı’ya uzattı. “Bu akşam sizin içinde uygunsa bunları giymenizi rica edeceğim” Sonra da, “6:45 de yukarı gelirsiniz, çıkar gideriz olur mu?” diye sözünü tamamladı Behiç. Mehmet ve Satı şaşkınlık, mutluluk, mahcubiyet karışık bir halde, “aman ağabeyim sağol varol, biz dediğin saatte yukarı gelirik” diyebildiler.
Satı ve Mehmet, akşam 6:45’de Ümran ve Behiç’in kapısında pırıl pırıl bir çift olarak belirdiler. Ümran ön provalar için onlardan erken, daha sabahtan gitmişti gösteri salonuna. Opera – Bale binasından içeri giren Mehmet ve Satı’nın şaşkınlıkları, tavan süslemelerini kafalarını doksan derece döndüre döndüre izleyişleri, ancak çocukların yaşadığı türden bir ilk kez sarhoşluğunu anımsatıyordu. Mantoları vestiyere teslim edildi. Behiç, onlar için ayırtığı en özel koltuklara doğru onlara eşlik etti. “Keşke aplamda olsaydı” dedi Satı, hala duruma bir açıklık gelmediğinden Mehmet, Behiç’in görmeyeceği bir sinirli bakış gönderdi Satı’ya.
Gösteri başladığında, koltuklarına mıhlanmış gibi bir oturuşla, sahneye koca gözlerle bakıyordu Mehmet ve Satı. Birkaç dakika sonra, tam önlerinde, Ümran Ablaları, o güzel tanıdık yüz, su damlası gibi güzelliğini allamış pullamış, güzelliğine ihtişam katmış, ayaklarının üzerinde hiçbir ağırlık yokmuş gibi uçarcasına dans ediyordu. Behiç sessizce eğilerek, “Kuğu gölü balesi” dedi onlara. Ümran, dansederken hiç görmedikleri kadar sık ve aşırı nefes alıyordu. Bütün gösteriyi parmaklarının ucunda dansederek tamamlayan Ümran’ın yüzünden damlayan teri, ancak ön sırada oturanların görmesi mümkündü. Mehmet ve Satı, Ümran Abla’larını görünce duyguları birbirine karıştı. Bir yandan “biz onu tanıyoruz, Ümran Ablamız o bizim” diye çığlık atmak isteyen bir coşku, mutluluk; diğer yandan “Behiç Ağabey’e neler söyledik” ağırlığıyla yaşanan bir mahcubiyet ve en önemlisi ilk kez böyle bir gösteri ve böyle yakından izlemenin büyülenmişliği ile koltuklarına ilk geldiklerinden daha da bir mıhlanmış etkilenmişlik; işte tüm bu duygular birbirine karışmıştı.
O günden sonra Ümran Ablalarını baştacı yaptılar. Ne zordu yaptığı iş, o incecik, narin vücut bu kadar atlamaya, zıplamaya, parmaklarının ucunda saatlerce hiç durmadan dansetmeye nasıl dayanacaktı. Hiç bir işe elini sürmemesi gerekirdi onun. Mehmet, Ümran Abla’sına gösteriden sonra gidip, yere bakarak “Özür dilerim aplam” dedi. Satı Ümran’ın boynuna atıldı, “Benim aplam” diyerek, yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. “Aplam, herkes para kazanıyor ama biz bu kadar zor para kazanılan bir iş görmedik” diyerek günah çıkardılar. Sadece gösteri anı ile sınırlı değilmiş ki işi, sürekli prova yapıyormuş Ümran Ablaları. Kimbilir nasıl ihtiyacı olan günlerde ona yardıma gitmediği aklına gelince, boynu büküldü Satı’nın. Kendilerinden, düşüncelerinden utandılar. Mehmet, ellerini önünde kavuşturmuş, Ümran Ablasının yanlarında olmadığı bir anda, yere bakarak “Beni affedebilen mi Ağabeyim?” dedi. “O nasıl söz?” dedi Behiç.
Mehmet ve Satı, artık, sanat bilenler, sevenler klübüne ilk adımlarını atmışlardı. Gidecek yolları çoktu belki ama onlar da, aynı klüpdendiler artık. Mehmet’in o sabah Behiç Ağabeyiyle yaptığı zor konuşmanın ardından; Ümran ve Behiç, kahkahalar eşliğinde onları Ümran’ın işiyle, sanatıyla tanıştırma planı yapmıştı. Onun üzerine bu daveti onlara sundu Behiç. Ümran ve Behiç, plan yaparken sohbetleri sırasında, Ümran Behiç’e heyecanla “Kuğu gölünde büyücü Odette’in güzelliğini gizliyorya hani, aynı zamanda da çirkin Odile’i büyüyle güzel prenses Odette’miş gibi gösteriyor diğer yanda da; işte Satı ve Mehmet’le yaşadığımız bu olay biraz buna benzemiyor mu Behiç? Onlar da, cehaletin büyüsüyle Ümran’ı Odile yapmışlar aslında. Şimdi benim kahramanım, prens Behiç’im gelir ve o da aşkın büyüsü ile içimdeki Odette’i çıkarır. Sonra da Odetti’i Mehmet ve Satı ile tanıştırır. Tanışınca onlar da anlayacaktır, aşkın büyüsü güzelleştirir, cehaletin büyüsü ise çirkinleştirir. Satı ve Mehmet cehaletin büyüsüne feda edilemeyecek kadar güzel insanlar Behiç’im. Biz onları oradan çıkarmayı deneyebiliriz.”
Ve böylece Behiç ve Ümran, Satı ve Mehmet’i, kendilerini kaybetme riski olan kör kuyudan, cehaletin çirkinleştiren büyüsünden öylece çekip almışlardı.
Deniz Başıbüyük
Deniz Başıbüyük
Bu öykü Fakir Baykurt Öykü Yarışması katılımcısıdır. Mart 2020