Kelimeler tarihin sözcüsü oldu. Mitoloji, yazıt, öykü olarak geldi durdu önümüzde. Hiç gidemeyeceğimiz zamanlara götürdü bizleri ve bu yolla varoluşumuzu korudu. Kelimeler sayesinde, yolculuğumuzu bildik. Ne badirelerden geçmiş atalarımız dedik, kah kıymetini bildik, kah bilemedik ama o hazine bizim için orada var oldu hep, kelimeler sayesinde.
Bir nefes alın ve M.Ö. 3000 yılında çivi yazısını ilk düşünen, başlatan Sümer’linin zihninin içinde yaşadığınızı hayal edin, kısacık bir süre için. Nasıl kaygıları, umutları vardı kim bilir yazıyı bulurken. Bu keşfinin evrilerek bu kadar ileriye, bizlere kadar ulaşacağını hayal edebiliyor muydu? Örneğin 1200’lerde yaşamış bir halk ozanının dizelerini, Yunus Emre’nin dizelerini günümüzde ki bir ozan dile getirirken, gözünden yaşlar damlayacak ve bunda kendisin de payı olacak diye düşünebilir miydi? Kelimelerin sihri, o birtek gözyaşı tanesinde gizlidir.
Kelimelerin insanlığa ait neleri korumaya aldığının listesini sonsuzca uzatabiliriz. Ben bugün yemek masama Tolstoy’u da Şems-i Tebrizi’yi de, Nazım Hikmet’i ve nicelerini oturtabiliyorsam işte bu kelimelerin sihriyle mümkün olabiliyor ancak. O eskinin büyülü sandıklarından çıkan mektuplar, yazılar hakikatın sihirli kapılarını açmadı mı insanlığa? İşte böyle var olanın yok olmamasına hizmet eder kelimeler. Korur. Böyle geçmişe hizmet eder kelimeler. Ama kelimelerin asıl güzelliği sadece geçmişe hizmet etmesinden kaynaklanmaz.

Kelimeler geleceğe de hizmet eder. Dönüştürücü etkisiyle, yarattığı sihirli mesajlarla insanın yolculuğuna ışık tutar. Ben en çok, bilgeliğini ya da varoluşunu, zekice birleştirilmiş kelimelerle kitapların içine gizleyen ustalardan aldım öğütlerimi. Belirsizliklerde, zorluklarda, yol ayrımlarında, mutlulukta, hüzünde hep en iyi öğütler kitapların içine gizlenmiş o kelimelerden geldi. İnsan bu yeteneğini geliştirdiğinde her yere bir ermiş ordusuyla gidiyor gibi oluyor adeta. Hayatta çok insan öğüt vererek dolaşır, istemeseniz de öğütle doludur çoğunun konuşmaları. Öğüt verilene ulaşmaz bu öğütler çoğu zaman. Bu aksaklık, arz talep ilişkisinin yetersizliğinden kaynaklanır. İnsanın kendi arzusuyla, bir kütüphane rafından, bir kitabevinden seçtiği kitapla yaptığı gizli bir akit vardır arasında. O kitabı kendine öğüt versin diye direk kendisi davet eder ve kitaplar da her zaman bu davetlere icabet eder.
İnsanın kendi arzusuyla, bir kütüphane rafından, bir kitabevinden seçtiği kitapla yaptığı gizli bir akit vardır arasında. O kitabı kendine öğüt versin diye direk kendisi davet eder ve kitaplar da her zaman bu davetlere icabet eder.
Ve böylece insanın kendi talep ettiği ve kendisinin arayıp bulduğu öğütler her zaman istenmeden verilen öğütlerden daha fazla işe yarar. Oysa kitapların sihirli sayfalarından çıkan öğütlerin diğerleri gibi havada asılı kaldığı görülmüş müdür? Öğüdü alacak olan, kendisi uzanır o kitaba. Raftan diğerlerini değil onu alır. Hele bir de bu seçtiği kitap, kişisel gelişim kitapları gibi insanların kafasına vura vura öğütler verenlere benzemiyorsa, yazan ustalıkla kelimelerin sihrine sığınmış ve dolaylı yoldan ışık dağıtıyor, kıssadan hisse alınmasına olanak sağlıyorsa tadına doyum olmaz. Alınan öğütlerin gücüne yetişilmez. Bu insanın kendi emeğiyle kazandığı her şeye benzer. Mesela bir öğrencinin çalışıp kazandığı bir günlük yevmiye ile aldığı küçücük bir eşyanın kendisine anne babasının her gün yüzlerce aldıklarından ya da hediye gelen pahada daha değerli şeylerden üstün olmasına benzer. Okur kitabın içinden Sidharta’yı ya da Musa’nın hikayesini okurken, bir prensin ya da bir peygamberin bile pes ettiği ya da günümüzün başarı kriterleriyle uyuşmayan tecrübelerini öğrenir; onlar ve diğerleri sayesinde herkesin yolculuğunun başka olduğunu ve her yolculuğa saygıyla bakmanın, bir kesitiyle bütünü değerlendirmenin önemini öğrenir. Pes ettiği anlar da yalnız olmadığını onlardan öğrenir. Okur Rus Klasiklerini 12 yaşında okuduysa, Turgenyev’in “İlk Aşk” romanında baba ve oğlun aynı kişiye aşkını okuyup şaşkına döner ya da Anna Karanina’nın yasak aşkı dimağını zorlar. Bunun gibi daha niceleri birleşir ve okura her şeyin mümkün olduğunu öğretir. O zaman yeteri kadar şaşırdığı için hayatta herşeye hazırlıklı olmayı, herşeyin mümkün olduğunu kitaplardan öğrenir okur. Amin Maalouf’un 100. Ad’da yaptığı gemi yolculuğunu kıskanıp gemiyle okyanus aşırı seyahate kalkışabilir okur. Kitaplar bu kez de dönüştürücü sihrini cesaretlilik, maceraya atılma becerisi olarak vermiştir okura.
Sonra Aldous Huxley’in (Oldus Haksli) Ada’sı, Zülfü Livaneli’nin Son Ada’sı ve niceleri ütopik bir dünya yaratmayı ya da varolan dünyayı korumayı öğretir okura. Öğreterek dönüştürür kelimelerin sihri sizi. Zorluklar sırasında kutsal kitaplardan güç alıp teselli bulur okur. Müslüman olan birisi Yusuf Peygamber’in hikayesi ile yaşama tutunma gücü bulurken, kutsal kitaplara kapalı olan ama ruhunu beslemeye teselliye aç olan okur Osho, Gibran, Tagore, Mesnevi ve nicelerinden güç alır. İhtiyacı olan umudu kitaplarda, içlerindeki sihirli kelimelerde bulur okur. Umutsuz yaşayamaz insan. İnsanın içinden fiziksel olarak ya da ruhsal olarak birçok parçayı çıkardığınızda insan yaşamına devam edebilir. Mesela, organ nakli için böbreğini veren insan yaşamaya devam eder. Oysa umut öyle değildir. İnsanın içinden umudu çıkardığınız da o insan artık yaşayamaz.
Çok gezen mi bilir çok okuyan mı derler ya, kesinlikle çok okuyan bilir hep tartışılır. Ama çağımızda “gezi” düşüncesinin geldiği nokta, çok okuyanı bu sorunun tartışmasız galibi yapmaktadır. Çok okuyan bilir. Gezilerin çoğunun homini gırtlak, pufidi kandil tumba yatak yapıldığı bir çağdayken, kitap her zaman olduğu gibi tartışmasız galiptir.
Çok okuyan daha çok insan tanır. Çağımızda insanlar arası iletişimin takılıp kaldığı yüzeysel seviyeye bakınca, okuduğunuz her kitap da, bu kurgu bir kitap olsa bile yazarını tanır ve o kişinin özüne dair güçlü fikirlere sahip olabilirsiniz. Oysa günlük hayatta böyle midir? İnsanlar iş ortamında belki her gün sekiz saatini yakın geçirdikleri kişilerin karakter özelliklerini; kendisinden bir asır önce yaşamış ve doğal olarak hiç görmediği bir yazarı tanıdıkları kadar bile tanıyamazlar. Samimi yazan ve geleceğe taşınabilen yazarlar, kendilerinden hiç bahsetmeseler bile kelimelerinin sihri onların kişiliğini açığa çıkarır. Kitap okumak, daha çok insanı, özünü anlayarak tanıma fırsatı veren bir cevherdir.
Şimdi bu pandemi dönemi de, kelimelerin, kitapların sihirli dünyasından en çok çıkarımda bulunmamız gereken, onların verdiği hediyelere en çok yüreğimizi açmamız gereken zamanlardan biri. Sıradışı zamanlar yaşıyoruz. Ama bu yeryüzü, ne çok sıradışı zaman gördü. Dünya yine de döndü. Bu süreçten sonra muhtemeldir ki dönüşmemiz gerekecek. Ben kitaplardan sihirli kelimelerden daha iyi dönüşüm yaratabilecek fazla şey bilmiyorum.
Kelimelerin dönüştürü etkisi, sihirli “oldurma” dokunuşu ve geleceği şekillendirme gücü de sonsuza giden bir liste haline getirilebilir. Ama kelimelerin asıl güzelliği burada da gizli değildir. Kelimeler aslında geçmiş ve geleceğe gösterdiği cömertlikle en çok da an’a hizmet eder. İşte alamet-i farika’sı budur kelimelerdeki sihrin. Okuyun ve kelimeler geçmişi önünüze sersin, şahane bir gelecek hayal ettirsin ve bizi daha iyi geleceklere hazırlasın, o geleceğe giden basamakları dizsin önünüze ve bütün bunları yaparak anınızı anlamlı hale getirsin.
Deniz Başıbüyük
(26 Mayıs 2020 Namık Kemal Üniversitesi Genç Edebiyat Topluluğu söyleşi akışının makaleye dönüşmüş halidir. Söyleşinin aslını içeren filme, Üniversite Topluluğunun IGTV’sinden ulaşılabilir.)
